Üç kelime bir işlem

Üç kelimeli çağrışımlarla haftalık öyküler

Monday, February 12, 2007

bahçe

Bahçenin kapısında duruyordu. Onu bekliyordu. O uyduruk kapının, paslanmış kolunu çevirip içeri girdi: "Yıllanmış kapı, ahiretlik kapı.. Bu boktan kapı neler gördü? Seni de gördü beni de gördü. Peki bir vakitler bu boşluğu dolduran mutluluk nereye gitti?"

Bahçenin kapısı açılmıştı. Gönlünü ve onun sevgisini buyur etmişti. Yaşlı kapının çocuklar tarafından kemirilen zavallı gövdesini okşadı. "Geçmişimi seviyorum, bakma bana o şekilde. Bir ayıp varsa, buna seni de dahil edeceğim. Aksi takdirde ikimize ait ortak güveler yesin bizi. Neydi o şarkı? Söylediğinde seni annene fena halde benzeten? Kaçmak istediğinde benden, aslında tüm varlığınla bana sarıldığını farketmediğin. Böyle yürür burada işler, ötelediğin şeyler, gelir başına işer. Ezberini bozdun benim için, sağol. Bir vakitte kaldı.."

Nergislerin arasında bir ışık belirdi. Sureti kendinden önce var imiş. Sonradan öğrendi. Böyle vurdumduymaz bir ses tonuyla hem de, gel dedi. Suret niyetten hasıl olan. Görmek istediğindir burada. Suret onu görmüş, beklediğinin aslı olduğunu oracıkta idrak etmiş. Nergisler kuyudan dertli, kuyunun dibindeki sessizlikten. Çiçek özünde suskun, sureti temaşa peşinde. "Demek ki neymiş, ben seni sever bilirdim. Sevmezmişsin. Bir görünürken, bin kaybolurmuşsun. Yüzüme hülyalı gülümserken, içinden yüz çevirir, meydan okurmuşsun. Ben bunların hepsini bilir ve görürdüm."

Balkonun izdüşümündeki toprak parçasının üzerine pötikare ekoseli piknik örtüsünü serdiler. Başlarını hafifçe kaldırınca güneşin pasifliğine üzülüp, yazı özlediler. Bu da yadedilmiş bir gün olsun diyerek, akşamın kızıllığına doğru şarap kadehlerini çarpıştırarak muharebeye devam ettiler. "Görmek için seni, ne bedel ödemeli ? Cevabını bilmediğin sorumun, öznesi olmak için bu çaban niye? Her şeyi bu diyaloglar kadar zorlaştırmak nedendir? Oyunun cazibesine kapılıp, birbirimizi mi unuttuk?"
Sonra bu cümlelere katılarak güldüler. Bahçenin içinde yavru ceylanlar seke seke oynuyorlardı. Kalfa, muhtemel bir vahşet için sunakları hazırladı. Ceylanlardan biri artık onların kurbanıydı. Boşlukta salınan mutlulukta, sırasını savdıktan sonra yerini dinginliğe bıraktı.

Bahçenin kapısı kapanıyordu. Bir çok talepkar gibi, dünya nam bu evrenin, bilinmez bir yerinde bir şeyler yaşanmıştı. Kapının kiri ve pası elbetteki ölümlünün üstüne başına, el ve ayaklarına bulaşmıştı. Kapının kenarında onu bekliyordu. Anlaşmaları içeride ve dışarıda beraberlik üstüne kuruluydu. "İyiydik ve kötüydük. Değerlendirdik ve durduk. Bu bahçenin nimetlerini üzerimizde depolamak için oradaydık. Bahçe artık bizim için kurudu. Son bir şarkı daha söyle istersen. Ben bir elim kapının kenarında sei dışarı götürmek için bekliyor olacağım."

İçli bir nağme duyuldu. Kadim ses kudüm hep bir elden duyuldu. Sağlandı eşgüdüm. Bu bahçenin çocukları, şimdi çoktan tarih olmuş nergislerin, kurumuş papatyaların ve güllerin huzurunda ihtiyarladılar.

Saz bitmiş, uzunca gidilmiş, söz söylenmişti artık.

Bahçenin dışındaki havayı dolduran sessizliğe karışarak, yitip gittiler buralardan.

Sunday, November 26, 2006

5. haftanın kelimeleri

ezber, depolamak, ekose

Sırtı yaralı

Hemen şimdi oturduğum yerden doğrulup, eylemceli bir iş yapıyorum. Kendi kendime sayılarını çoğalttığım bir başka ispat yükü daha; eğlencenin gidiş yolu eylemceli işler kumpanyası. Hiç bir şey yoktan varolamaz, dışında kalınamayan şey taklit edilemez, ya da ben ne kadar çok ben isem, çokobenler ve jakobenler tepeden inmeci bir yalnızlıkla beni bu eve kilitlerler. Eksik olan geçişsiz bir cümlenin beynime kazınması ise, bu cümle de dergi arasında kalmış şu aforizmadır muhtemelen:

" Her insan başkaları olmak ister, başkaları da o olsun ister. "

Sıkıntı ve sıkıntıyı paylaşma. Öteki kişi, duyuyor musun beni? Sesimi değil, sıkıntımı duyuyor musun? Beni burada kilitledi, diğer ben. Diğer ben, ben iken; bu sıkıntıyı sahiplenemiyorsa, sen bir öteki ve başkası iken nasıl sıkıntımı dolu dolu duyabiliyorsun?

Sıkıntıdan geçtim, çünkü her şey sıkıntıyla başlar, muhtemelen acıya doğru evrilir. Hayatımı sana devredemeyeceğim doğru. Baş ağrımı, kıç ağrımı, kalp ağrımı sana devredemiyorum. Acımı ve sıkıntımı paylaşmak isteyişin çok incelikli ve özenli bir davranış. Ancak bu olgunluk çağının, etliye sütlüye girişmeyen salon sterilliğinden bir parça midem bulanıyor. Et ve süt aynı karede yer almıyor sizler için. Halbuki yiyeni protein bombardımanı ile mantıklı eylemci bir hale sokuyor. Deneyin ve paylaşın gerçekten acımı.

Ah ne egoistlik benimkisi ! Hayatın ağırlığının fazla geldiği anlarda, acıya ortak bir başka ben olsun istiyorum. Kendimi tanımlamam ve tamamlamam için mutlaka sınırları çizilmiş bir ben ve sen olmalı değil mi? Hiçbir yalnızlık yoktur ki, karşısında iyi örneklenmiş bir ikililer ve üçlülerin varlığından rahatsız olmasın. Onun için acımı paylaşırken içime gelme, bulunduğun yerden öyle mucizevi bir tekme çıkar ki, kilitlenmiş bedenim fanusumun içinden tabuttaki rövaşataya hürmette kusur etmesin. Öyle kutsal bir acı, şaşılası şey.

Kendim olmayı bırakmayı planlıyordum ve bunu delirerek yapacaktım. Şöyle bir son sahne düşündüm. Dekorsuz, duvarları beyaz boyalı bir odada sandalyede oturuyorum. İçerisi aydınlık değil. Sandalyenin elleri ve kolları bana bağlanmış, ya da tam tersi. Sandalye olmak isteyişimin bir tezahürü. Loş odada içeri yavaşça ışık doluyor. İplerim çözülüyor. Altımdaki sandalye beni üzerinden atıyor. yere düşüyorum. bir sandalye gibi yapıyorum bunu; demin adına sandalye dediğim ben, ben olan sandalyenin üzerine oturuyor. Işık ilüzyonun en yakın arkadaşı oluyor. Çevre manyaklaşıyor. Beyaz duvarlar kırmızı renge dönüyor. Gövdemdeki bıçak şeklindeki işlemeler adamın sırtını deşiyor. Sandalye formum, hareketin başındaki insan formunun bitmek tükenmek bilmeyen eylemci hasletleri için iyi bir ders oluyor. Formlar arası insan dersinden sonra, üzerimde oturan adam, sırtından akan kanlara rağmen yan odaya geçip telefonla 2 hamal çağırıyor. Eyleme geçme vakti.

- Kardeşim 100 YTL çok para, 75 olur.
- .............
- Tamam peki 80 olsun. Hemen gelin ama, bugün benim izin günüm. Bekliyorum.
- .............

Hamallar gelirler. Bodrum katında duran ve kim tarafından oraya gönderilmiş oldukları meçhul kırmızı boyalı odanın eşyalarını tek tek ve özenle yerleştirirler odaya. Bıçak işlemeli sandalyenin akıbeti için sırtı yaralı adam karar verecektir.

- Bu arada şu sandalyeyi de alın, bodruma kaldırınç Ben ömrümde bu kadar rahatsız bir sandalye daha görmedim. Kaldırın şunu hadi, ne duruyorsunuz ?
- .............

Burası karanlık. Burası karanlık. Burası çok karanlık..

Saturday, November 18, 2006

Seans

Başım ağrımadı. Hiçbir yerim ağrımadı. Günlerdir bu yolda, beni neyin motive ettiğini bilmeden yürüyorum. Ağaçlar, ağaçlar.. Hepsinin huyunu, suyunu biliyor gibi davranıyorum. Aslında ödüm patlıyor onlardan. Çok büyükler ve büyüklüklerini egolayacak bir tavırları yok. Egolar açıkları aralıyor ve içeri sızabiliyorum. İnsanların zayıflıkları işte..

O küçük çocuğu arıyorum sanırım. Kaan Arslanoğlu romanındaki sırp kızı. Beni sürüklüyor ve fark etmemi istiyor gibi. Küçük kızdan yaşam dersleri, edebi bir havada hem de, takibin merakındaki sessiz okuyucu.. Ağaçlar sık sık barikat oluyorlar önümde. Bedenimin tahammül sınırında üstün bir performans.. Yalnızca ağaçların şahitlik ettiği.

Her filmden sonra baş aktörden devraldığım bir şey bu. Başağrısı evet, pek belli etmedim. Çok kısa süredir beraberiz. Beni meczup görmeyin. Dertleşmenin zirve yaptığı yerde, esas olanın yolculuktaki içe dalış olduğunu sizlerin de gözüne sokmak istiyorum. Bu yüzden bu yazıyı yazdım. Sizde bir kargo şirketi aracalığıyla okuyorsunuz bunu muhtemelen, neyse..

Sık aralık ağaçların şifresi. Can yoldaşlığı sağlıyor. Omuz omuza vermiş insanlar gibi. Ağaçlardan başka size anlatacak mevzum yok, çünkü günlerdir bunların arasından yürüyorum. Ağaçlı, bir başına, baş ağrısız ve küçük çocuk varmışcasına. Sahi var mı böyle bir karakter, film ya da roman karakteri. Tek parça beyaz bir elbise giymiş, uzun sarı saçlı ve fısıldayan.. Ne komik ama.

Susadım. Ağaçlara sordum. Çok kaynaşmışız, artık cevap bile veriyorlar. Kuyudan çek dediler. Hangi kuyu dedim. Yürümeye devam et karşılığını aldım. Sus ve yürümeye devam et. Küçük kız da yok zaten, labirentteki fare oyunu sanki. Ne yaptığımı, nereye gittiğimi ve ne amaca hizmet ettiğimi bilemden yürüyorum. Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktığınız doğru sanırım.

Bir bakıma ağaçlar seyrekleşti. Kuyu bulmaktan da vazgeçtim. Yoruldum artık, ilk zamanların bir başınalığı yerini ağaçlarla arkadaşlığa bıraktı. Bir Brezilya kadar yürüdüm sanırım. Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum. Anlamla ilgili tüm dertlerimi ormanın başladığı yerin gerisinde bıraktım. Şimdi değerler yeşil ve çiğ karmalı. üstün insan için alman olmayan bir kertme ile gömleğime übermensch rozetini taktım.

Sırp kızı 43 km'lik bir arayışın sonunda tüm dallardan bana el sallıyor ve elbetteki farkındayım; psikaytristin bana ayırdığı 1 saatlik süre bitti.

Friday, November 10, 2006

3. haftanın kelimeleri

üstün, geçişsiz, kuyu

yaratan

Üstünde yürüdüğümü düşünüyorum. Geniş tabanlı terliklerle mankenlik alıştırmaları yaparken, birden Beylerbeyinden bir süvari atının terkisine attığı yamaç paraşütüyle önümden hızla dıgıdıklıyor. Su üzerinde çıkartıyor bu sesleri, benimkiler daha çok cılcılcıl şeklinde çıkıyor. Hayır, atım yok. Kendi ayak seslerim bunlar. Her adım atışımda çişim geliyor, çişini denizde rahatça bırakabiliyor insan, sıvı sıvının halinden anlar.

Boğazın azgın suları çekiliyor ve Orhan Pamuk'un yeşil tükenmez kalemi altındaki çalışma masasının ilahi kuvvetiyle adeta bir ikona gibi ortaya çıkıyor. Beylerbeyinden atıyla gelen adam birden hızlanıyor. yeşil kalemi almak istiyor. Bu kalemi kaptırmak niyetinde değilim. Ben de adımlarımı hızlandırıyorum. Dıgıdık dıgıdık dıgıdık, cılcıl cıl cılcılcıl, dıgıdık cılcıl cıl dıgıdık, cıl cıl ve dıgıdık.. Hüsran.. Kalem Beylerbeyli süvarinin. Atının terkisinde şimdi bir adette yeşil tükenmez kalem var. Bana mağrur bir gülümseme çıkartıyor şapkasından ve pantolonundan da bir adet hırs baloncuğu büyüyerek yanıma geliyor. Kaybetmekten hoşlanmıyorum, durumu sindirmeliyim. Sinirlenmeliyim belki de son posasına kadar, daha sonra sindirebilirim belki.. Olaylara geçelim..

Beylerbeyli süvarinin yeşil kalem için neden bu kadar çaba sarfettiğini yeni yeni anlıyorum. Ortaköy açıklarında bir yerde duruyor ve beyaz renkli yamaç paraşütünün üstüne bir şeyler yazıyor. İşlevsel bir hırs, hmm.. Bu hoşuma gitti şimdi, yenilgiyi kabullenmeme yardımcı olur en azından.. Beni teselli edecek bir söz duymak istiyorum aniden, bir dostun sesi.. Olur öyle diyecek, yatıştıracak. Boğazın ortasındayım, balıklar benimle konuşmuyorlar.

Süvari şimdi Rumelihisarına doğru sürüyor atını, yüksekçe bir yere. Atının muazzam bacak kasları süvariyi tepeye doğru fırlatıyor, yükseğe ve daha yukarı. Süvari hazırlıklarını yapıyor tepede, yamaç paraşütünü takıyor. Hiçbir tereddüt göstermeden koşuyor ve havalanıyor. Havada süzülüşü güzel, tecrübeli bu konuda belli. Bir ara rüzgar ters esiyor ve süvari yüzü bana dönük yere paralel bir hale geliyor. İşte o anda paraşütün tepesinde yeşil tükenmez kalemle yazdığı şeyi okuyabiliyorum: "ÜÇ KELİME BİR İŞLEM; "YEŞİL,,DUYMAK,YAMAÇ"

Anlam veremiyorum buna, kimse veremez diye düşünüyorum. Benden başka birileri anlamıştır belki. Beni yaratan, orda mısın? Burada seksenlerin dans müzikleri çalmaya başladı, su üstünde benimle oynar mısın?

Saturday, November 04, 2006

2. haftanın kelimeleri

yeşil, duymak, yamaç

Friday, November 03, 2006

katherine chancellor

Posteri duvara yapıştırdığında, çabucak nefret etti posterdeki şarkıcıdan. Bu kadar çabuk alışıp, hemencecik bıktığına kendi de şaşırdı. Hemen mekanı terkederse yoğunlaşmış nefret duygularını kovuşturabileceğini düşündü. Mutfağa gitti, kendine bir kahve yaptı. Radyoyu açtı. Adını bilmediği ancak sözlerinden fransızca olduğunu anlayabildiği bir şarkı çalıyordu. Şarkıyı sevmiş olacak ki, bu kez şarkının sahibinin posterini yapıştırdığını ve akabinde ani bir nefretle bu şarkıcıdan da soğuyacağını düşündü. düşünceleri iç içe geçti birden, yoğun halkalar halinde odanın köşelerine doğru salınımlandılar.

Poster oradaydı işte, adam elinde mikrofon ve altında bir tayt, başında bir eşarp ve arka plandaki pembe kurbağa kostümlü ekip arkadaşlarıyla sözümona havaya girmişti. En bilindik şarkısını söylüyordu. Çok hızlı bir düşünce silsilesi daha gelip geçti hemen aklından. Gündelik meselelerle uğraşan insanlardan değildi, böyle acaip ucubik, tanımlanamaz konuları düşünüp, bunlar hakkında yorum yapan kaç kişi vardı ki? Acaba herkes deliydi de çaktırmıyor muydu? Peki bu delilik miydi? Herkes deli olamazdı ki..

Kahvesini müzik setinin üstüne koydu. Müzik ve delilik temalı bu girift seansa yeni bir açılım getirmek için, bu kez teybe ingilizce yemek tarifi yapan bir adamın cd'sini yerleştirdi. Yönelimlerini ve sonuca gidecek son hareketleri yoluna koyma problemi olduğundan, kahveyi lavaboya döktü ve tüm müzik cd'lerini arka odaya götürdü. Kahvenin son yudumu aydınlatıcydı, gayet öznel ve laubali bir düşünceydi bu; pekala başkası kahvenin son yudumundan nasıl bir aydınlanma bekleyebilirdi ki?

Düşüncelerinin anlamsızlığına aldırmaksızın, bir takım eylemleri yapmaktan çekinmezdi hiç. Bu da böyle bir andı işte; kahveyi dök, cd'leri arka odaya götür. Düşünceler ne kadar normalize edilirse edilsin, bu düşünceleri eyleme dökünce üçüncü kişilerin davranışlarını anormal bulması kaçınılmazdı. Açıklaması güç problemler, zıt eğilimli davranış manzumeleri, bireysel banalize düşünce birlikleri..

Saçmalamakla ilgili hoş düşünceleri olduğunu kendi kendine tekrarladı. Bir dizi oyuncusu gibi yaptı bunu, sesli sesli, mimikli mimikli. Mimikli mimikli dedi sesli sesli, güldü ve havayı yakalarcasına bir el hareketi yaptı. Üçüncü kişilere asla görünmeyen bir hayali sineği avucunda tuttu, ona gülümsedi ve son yolculuğuna uğurlamak için leşini duvardaki posterin arasına koyup pencereden dışarı fırlattı.

Wednesday, October 25, 2006

1. haftanın kelimeleri

"zıt", "Fransızca", "seans"